Aşk ve İlişkiler

Kendine Dönmeden Başkasına Dönemeyen İnsan

Yazı: Kevser Aycan Aşkım Saroğlu

“Yatıyorum Bir Şey Diyor musun?”, Psikolog Şule Öncü’nün günümüz ilişkilerine, aşka, sevgiye, aldatmaya, iletişim diline, cinselliğe ve sosyal medyanın ilişkilerde yarattığı yeni boyutlara dair görüşlerini içeren kitabı… İlişkilerin derinliklerinde nasıl hikayeler yazdığımızı anlatan Öncü ile ilişki meselesini biraz derinlemesine ele aldık.

Seni psikoloji okumaya yönelten neydi? Ne zaman bu kararı aldın?
Büyüdüğüm her dönemde insan doğasına karşı bir merakım vardı. Gözlemci, sorgulayan ve insanı anlamaya yönelik her şeyi araştırmayı seven bir çocuk ve gençtim. Psikoloji, yetişkin kariyerim için en uygun alanı oluşturdu. Lise son sınıfta bu kararı verdim.

Aynı zamanda edebiyat ve sinemaya da ilgin var. Aslında bunlar kuramsal psikolojiden daha çok bizi anlatmıyorlar mı?
Örneğin, Dostoyevski’den insan ruhu hakkında çok şey öğrendim. Benim için de ergenlik dönemimde Dostoyevski ile tanışmak bir dönüm noktasıydı. İnsanı anlamak, duyguları hissedebilmek ve bireyler arası etkileşimleri çözümlemek için kuramsal psikoloji yeterli değil. Edebiyat, sinema, sahne sanatları, plastik sanatlar ve müzik… Hepsi gereklidir, hepsi birbirini tamamlar. Sanat, insanın yeryüzündeki hikayesini okuyabileceğimiz, duygularımızı hissedebileceğimiz bir aynadır.

“Yatıyorum Bir Şey Diyor musun?” ifadeleri neden bu kitapta yer aldı?
Babamın anneme söylediği gergin zamanlardaki bir cümleydi bu. Çocukken içimi kemiren bir kaygı oluştururdu. Çözmeye çalıştığım, gücümün yetmediği zor bir matematik sorusu gibiydi. Bu bir iletişim çabasıydı ama aynı zamanda kaçıştı. Kısa bir barış çubuğu gibiydi… Bu yüzden de hayatımın geri kalanını bu tür cümleleri incelemeye adadım. Söylenenler ve söylenemeyenleri anlamak, yorumlamak, ifade etmek ve bunların altında yatanları gün yüzüne çıkarmak hayat felsefem oldu. Bu kitabı yazmaktaki amacım da bu.

Günümüzde belki de yalnızlık çağında yaşıyoruz. Eşli yalnızlar ve eşsiz yalnızlar var. Neden bu kadar yalnızlaştık?
Talepkar bir dünyada yaşıyoruz. Her gün bir yığın iş, angarya, zorluk ve aşılması gereken engeller var ki… Başkalarına bakacak ve onları görecek zaman kalmıyor. Bir de internet ve sosyal medya var. Bir yandan yalnızlığa çare olurken, diğer yandan kötü kullanıldığında yalnızlığı derinleştiriyor dijital iletişim. Ayrıca yalnız kalmayı ve yalnızlığı yaşanabilir kılmayı başaramayan bir toplum haline geldik. Kendimize dönmek, hayatı sorgulamak ve davranışlarımızın hesaplarını yapmak… Bu, çoğu insan için oldukça uzak bir kavram. Oysaki kendimize dönmeden, yalnız olmayı öğrenmeden derin bir bağ kuramayız. Kendimizi daha iyi tanıdığımızda, özsel varoluşumuza ulaştığımızda diğerine varabilir ve ona dokunabiliriz. Bu bir paradoks gibi görünüyor, değil mi? Yalnızlığı gidermek için yalnız olmayı öğrenmek. Ama bu doğru. Kendimize dönmeden başkalarına da dönemez insan.

Sağlıksız ilişki ne zaman başlar? Sağlıksız ilişkiyi ne belirler?
Kadın-erkek ilişkilerinde gördüğüm en sağlıksız tutumların birkaçını şöyle sıralayabilirim: İlişkiyi bir alacaklı gibi yaşamak (geçmişte ebeveynden tahsil edilemeyen alacakları sevgiliden tahsil etmeye çalışmak), ilişkinin dengesiz bir yapıda oluşu (ya çekiç ya çivi olmak), ötekini kurtarıcı olarak görmek (kendi hayatının ve seçimlerinin sorumluluğunu başkasına yüklemek), ilişkiyi sorgulamadan yaşamak (ötekini kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken kendini ilişkiden uzak tutmak), ilişkiye tam anlamıyla yerleşememek (çeşitli sebeplerle ilişkinin dışındakileri tercih etmek), sonsuz seçeneğin yanılsamasına kapılmak (daima daha iyi, daha güzel birini bulma arzusunun yarattığı huzursuzluk), ilişki yerine iktidar mücadelesi yaşamak ve sağlıklı bir iletişim kurmamak… Sağlıklı bir ilişki için önce sağlıklı bireylerin varlığı gerekir. İlişkinin sağlığı, ilişkideki bireylerin fiziksel, ruhsal ve sosyal sağlığıyla bağlantılıdır.



Aşka dair tanımın nedir? Aşk bittiğinde alışverişe mi çıkmalı, yoksa ayrılmalı mı?
Freud’un aşk tanımı benim için oldukça anlamlıdır; “Anneden ayrılmanın yarattığı boşluktan önceki bir varoluş evresinin yeniden inşası.” Bu bağlamda aşk, bebekliğin devam dozu olarak düşünülebilir; devam eden ilişkiler de aşkın sürdürücü dozlarıdır. Lacan’ın tanımı da dikkat çekicidir: “Aşk, sende olmayan bir şeyi onu talep etmeyen birine bağışlamaktır.” Bu tanıma şunu ekleyebiliriz: Aşk, başkasından kendi içinde olmayan bir şeyi temin etme çabasıdır. Aşk sona erdiğinde, başlangıçta her iki tarafın birbirine tuttuğu dev aynalar kırılmış, aşkın illüzyonu dağılmıştır. O büyüleyici yansımalar ve idealizasyonlar ortadan kalkınca, yalnızca karşımızdakinin ve sevgimizin çıplak gerçekliğiyle yüzleşmekteyiz. O aşamada ayrılma ya da devam etme kararı, ötekinin ve kendimizin gerçekliğine tahammül etmemizle doğrudan bağlantılıdır. Geçmişte aşık olduğumuz kişinin de kendimizin de mükemmel olmadığını, aşık olduğumuzda düşündüğümüz kadar güçlü olmadığımızı kabul edebilme durumu, gerçek hayat hikayesinin özüdür. Bu tahammül varsa, kısa bir süre durup bozulan büyünün yarattığı hayal kırıklığının geçmesini bekleyebiliriz. Bu, hayatta olmaya özgü bir varoluş sıkıntısıdır. Bu duygular geçtikten sonra ilişki yeniden canlanır; bu sefer yeşeren daha gerçek bir ilişkidir. Bu nedenle aşk bittiğinde canımızı sıkmak ya da kendimizi hemen bir başka aşka atmak yerine, cesaret ve olgunlukla bir süre daha birlikte durup ilişkinin evrimini gözlemlemek gerektiğini düşünüyorum.

Artık 20-30 yıl ya da ömür boyunca sürecek ilişkiler bir hayal mi?
Hayal değil. İlişkinin duraklama dönemlerinde paniğe kapılmadan, olgunluk gösterip içe dönmeye cesaretle yaşadığımızda, ilişki sürdürülebilir bir paylaşım haline gelir. İnsan doğası ve ilişkilerin doğası mevsim döngüsüne benzer. Sürekli baharda yaşamak mümkün değil; yazı, sonbaharı ve kışı da barındırır. Yalnızca baharda koşup duramayız; bu kalbimizi yorar. Kışın sıcak bir köşede kestane közlemeyi ve o anı paylaşmayı bilmek lazım.

“Erkek ilişkiden, kadın ilişkisizlikten yoruluyor” diyorsun. Bekarlık erkekler için bir kurtuluş mu?
Hayır, öyle değil. Erkeklerin de yakın ilişkilere ihtiyacı var. Ancak erkeklere yüklenen üstünlük algısı, içi boş erkeklik tanımları ve kadınları nesneleştiren kapitalist söylem, erkeklerde büyük bir yorgunluğa sebep oluyor. Bu yorgunluk ve baskı birikerek yılgınlığa dönüşüyor. Kadın ise genellikle daha dirençli kalabiliyor. Ev ve ilişkideki enerjisiyle ilişki motivasyonunu sürdürebiliyor. Tam aksine, erkek tüm bu yük altında içe kapanabiliyor.

Yakınlaşmanın cesareti neden bu kadar zor?
İki insan arasındaki mesafenin azalması, kaygı ve anksiyeteyi artırır. Ötekine çok yakınlaştığımızda, ayrılma veya yalnız kalmanın korkusunu taşırız. Hayata karşı duyduğumuz genel kaygı arttıkça yakınlık kaygısı da artar. Ayrıca yaşanan acılar, yakınlaşmayı zorlaştıran bir engeldir. Kaygı ve acılar ruhsal derimizi incelterek hassaslaştırır. Böyle bir hassas durumdayken başkalarına yaklaşmak ve dokunmak çok büyük bir risk teşkil eder; çünkü herkesin canı yanar.

Seks ilişkinin ne kadarını oluşturur?
Seks, çifti bir arada tutan organik bir bağdır. İlişkinin bütünlüğünü, yenilenebilirliğini ve sağlığı bozulmuş alanlarının onarıcı haline gelir. Bireylerin korkularını, endişelerini ve acılarını azaltır, ilişkileri negatif hislerden korur. Eğer cinsel uyum ve tatmin yoksa, ilişki enfekte olmaya mahkumdur. İlişkideki cinsel tatmin ile çiftin hayata karşı toleransı arasında doğru orantı vardır. Yetersiz ve kötü bir seks, kötü beslenmeye benzer.

Açık iletişim nedir? Ne işe yarar?
Açık iletişim, duygu ve düşüncelerin etkili ve yapıcı bir şekilde ifade edilmesidir. Bizim gibi sınırların belirsiz olduğu toplumlarda, açık iletişim yerine yüzeysel iletişim daha yaygındır. Yani ötekini anlamak yerine zihin okuma ve tahmin yürütmeler sık görülür. İletişim genellikle dolaylı ve agresif bir tarzda gerçekleşir; ağız dalaşı, demagoji, sitem gibi. Ancak açık iletişimi densizlikle karıştırmamak gerekiyor. Düşünce ve duyguları süzmeden, ötekinin üzerine boca etmek, açık iletişim değil, densizliktir.

Kendine dönmeden ötekine dönemiyor insan - Resim : 2

Kişisel gelişimi yalnızca kadınların önemsediği, erkeklerin ise umursamadığı bir ortamda gelişmeyebilir miyiz? Reçel yapmak daha mı iyi olurdu?
Gelişmek, büyümek, olgunlaşmak ve meyve vermek; bunlar canlı olmanın özellikleridir. İnsan olarak bizler de gelişmeye programlıyız. Yerimizde sayarsak, kendimizi gerçekleştiremeyiz. Kadın ya da erkek olarak, farkında olan herkes sorumludur. Farkında olmayanları anlama çabası bir sorumluluktur. Erkek, evladını “Tamamsın, üstünsün” şeklinde övmekle değil, öğrenmeye ve gelişmeye açık bir birey olarak yetiştirmekle sorumludur.

Sinematerapi atölyeleri düzenliyorsun, biraz bahseder misin? 

Sinematerapinin benim tarzım, “tematik ve terapötik sinema seminerleri serisi” olarak adlandırılabilir. Sinema ve psikoterapinin buluştuğu alanda; film izleme keyfi ile içgörü ve farkındalık kazandıran psikolojik bilgileri harmanlayarak iyileştirici bir deneyim sunmak istedim. Bu çalışmayı altı yıldır sürdürüyorum.

Atölyelerde, başkalarıyla ve kendimizle olan ilişkilerimizi yönlendiren ana temalar üzerinden çalışıyoruz; bağlanma, yakınlık, mesafeler, aşk, aldatma, cinsellik, aile dinamikleri, gençlik etkileri, cinsiyet sorunları, uzun ilişkilerin dinamikleri, hırs ve tutku, yabancılaşma, depresyon, yaşam ve ölüm, hayatın anlamı gibi konular. Her oturumda bir tema inceliyoruz, beş ila sekiz film sahnesi izliyoruz. Her sahne sonrası benim psikoterapi deneyimim çerçevesinde o sahneyi yorumluyorum. Sorunlara nasıl yaklaşabileceğimize dair yeni bakış açıları sunarak katılımcılardan gelen soruları yanıtlıyorum.

Film sahnelerine birlikte gösterdiğimiz ilgi ve dikkat, gerçek hayatımıza yansıyor ve işlevsel bir dikkat pratiğine dönüşüyor. Bu, kişiyi kendine, yaşama ve diğerlerine daha açık kılıyor. Kendi çözüm ve anlamlarını üretebilme konusunda katkı sağlıyor.

Ayrıca bu dikkat, bireylerin terapist bakışıyla kendi ilişkilerine daha objektif bakabilmelerine olanak tanıyor. Filmler üzerinden hissettiğimiz duygular, atölye sürecinde kalıcı öğrenmelere dönüşüyor ve duygusal zekayı destekliyor.

Ne kadar gerçeksek, sosyal medyamız da o kadar gerçek

Sosyal medyanın ve yüksek doz kapitalizmin ilişkilerimize etkisi nedir? Bu konuda bir çözüm var mı?
Genellikle olumsuz yönde etkiledi maalesef. Ancak sosyal medyanın sanal ya da tamamen zararlı olduğu yönündeki görüşe katılmıyorum. Nasıl kullanıldığına bağlı. Kendinizi ne kadar tanıdığınıza, dürtülerinizi ne kadar denetleyebildiğinize ve zamanınızı ne kadar yönetebildiğinize göre değişir. Biz ne kadar gerçeksak sosyal medya da o kadar gerçek. Samimi ve anlamlı bir iletişim kurmak amaçlanıyorsa, sosyal medya buna hizmet eden bir platformdur. Amaç avlanmaksa, sosyal medya bir av mekanı haline gelir.

Aşık olduklarımız hala anne-baba modellerimizin yansıması mı?
Evet, aşkta ebeveyn figürlerinin etkisi var. Ancak genellikle olmak istediğimiz kişiyi yansıtanlara aşık olmaya daha yatkın oluruz.

“İhanet bir ilişki kazasıdır”

Aldatma durumu kiminle ilgili? Aldatmadan sonra ilişkiyi sürdürebilmek nasıl mümkün olur?Sadakatsizlik öncelikle ilişki içindeki bireyle ve çiftle ilgilidir. Evet, sadakatsizlik ayrılığa sebep olmak zorunda değil. İlişkiler, genellikle üçüncü kişilerden dolayı son bulmaz. Bireysel, varoluşsal ya da ilişkiye özgü dinamiklerle sonlanır. İlişkiniz sadakatsizlikle sona erdiyse, muhtemelen önce bitirme kararı verilmiştir ve ardından üçüncü kişi devreye girmiştir. Bazen sezgisel olarak aldığımız kararların farkına yıllar sonra varırız. Terapide birçok çiftle çalışıyoruz ve “Artık bozuldu, kesinlikle onarılamaz!” denilen ilişkilerin bile tamir edilebildiğini, hatta daha derin ve anlamlı bir düzeyde yaşanmaya başladığını gözlemliyoruz. Yeter ki çift bir arada kalmak istesin ve neler olduğunu anlama çabasını göstersin; birbirlerinin yaralarını sarma niyetinde ve çabasında olsunlar.

İhanet sonrası ilişkiye ne olur ve ne olmalıdır?
İhaneti bir ilişki kazası olarak görmek gerekir. Nasıl bir trafik kazası geçirdiğimizde kendimizi hastaneye, aracımızı servise götürüyorsak; ilişki kazalarında da bireylerin iyileşmesi ve ilişkinin onarıma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu noktada uzman bir psikoterapistten destek almak faydalıdır.

“Erkek kadını kurtarmayı denerken kahraman olur, kadın erkeği kurtarmaya çalıştığında ise musibet olur” diyorsun. Neden böyle?
Ataerkil toplumda kahramanlık erkeğe atfedilir. Kadın ise bir erkeğin gelip onu kurtarmasını bekleyen kişiyken, bu rollerde bir dengesizlik görülmektedir. Kadın pasif, erkek aktif olarak tanımlanır. Dolayısıyla kadın tarafından kurtarılmak, erkeğin erkekliğine tehdit oluşturan bir unsurdur; çünkü onu pasifleştirir. Altında gizli kalmış eril atıflarla yüceltilmiş olan erkeğin yaşamak istemediği bir durumdur bu. Ancak, “erkek kadını kurtarabilir” fikri yanlıştır. İnsan, kendisini yalnızca kendisi kurtarabileceğini anladığında ve kabullenmeye başladığında gerçek büyümeye adım atar. Kurtarıcı beklentisi içinde kalmak, çocuk kalmaktır.

Kadın neden kutsal ana haline dönüşüyor?

Bebek, 7/24 sevgi, ilgi ve şefkat arayan bağımlı bir varlık olduğu için, birincil bakım veren olarak anne, bebeğin ilk yıllarında sürekli yanındadır. Bu süreçte annenin diğer rolleri zaman, enerji ve motivasyondan feragat eder. Annenin eş, iş ve sosyal kimlikleri erozyona uğrar. Daha sonra, çocuğun başkalarıyla da bağ kurmaya başlamasıyla beraber, annenin diğer kimliklerini yeniden kazanması gerekebilir. Sadece anne olarak kalmak, çoğu zaman çocukları hayata hazırlamakta yetersiz kalabilir; çünkü sadece anne olan biri, atıl kalmamak için çocuklarına yapışık kalır ve onları bağımlı yapar.

* Pozitif dergisinden alınmıştır.